Serhan Afacan'la Röportaj

1 February 2017
12:02

Kısaca akademik geçmişinizi bizimle paylaşabilir misiniz?

Geçmişimin direkt olarak hangi par­çaları akademiyle ilgili, hangisi bunun dışında ayırt etmek zor olduğu için, bu soruya verdiğim cevap aslında kısa öz­geçmişim olmak durumunda.

1982 yılında İstanbul’da doğdum ve ilkokulu Eyüp ilçesinin Alibeyköy sem­tinde okudum. Bunu müteakip pederi­min etrafından aldığı tavsiyelerle Siliv­ri ilçesinin Değirmenköy kasabasında yurtta kalmaya başladım. Süleyman Efendi cemaatinin bu yurdunda üç sene müddetle gündüzleri formal orta­okul eğitimime devam edip akşamları da -tabi bu aşamada başlangıç seviye­sinde olmak kaydıyla- İslami ilimlerle iştigal etmeye başladım. 1996 yılında ortaokuldan mezun olduktan sonra İs­tanbul’da farklı mahallerdeki Kur’an kurslarında beş sene süreyle daha ileri düzeyde İslami ilimler tahsil ettim. Bu zaman zarfında dışarıdan lise eğitimi­mi tamamlayarak üniversite sınavına girdim ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’n­de tarih okumaya başladım. Dolayısıy­la üniversiteye gayet makbul derecede Arapça ve İslami ilimlere kayda değer bir vukufiyet kazanmış olarak başla­dım. Üniversitenin ilk yılında da buna İngilizce hazırlık dönemi eklenince bir anlamda benim için yeni ufuklar da açılmış oldu.

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde de gayet faydalı ve keyifli öğrencilik yıllarım geç­ti ve 3. sınıfta o zaman kadar seçmeli derslerimin ekserisini almayı tercih et­tiğim Uluslararası İlişkiler bölümünde çift anadal programına başladım. Bu bölüm bana tarih eğitiminin kazandır­dığı derinliğe ilaveten güncele dair bir farkındalık kattı. Ancak tarih, akade­mik ilgimin merkezinde olmayı sürekli devam ettirdi. Daha da spesifik olarak, kendi içinde girift bir sürecin neticesi olarak lisansımın erken dönemlerinde İran tarihine ilgi duymaya başlamış ve İstanbul’da Farsça dersleri almıştım. 2004 senesi yazında Tahran’a giderek Farsça yaz okuluna katılmakla Farsça­mı da belirli bir seviyeye taşıma imkanı buldum. Elbette Farsça’nın bana farklı bir kanal açtığını söylemeye sanırım ge­rek yok.

2007 yılında üniversitemin sağladığı imkanlarla Erasmus değişim öğrenci­si olarak Leiden Üniversitesi’ne gittim ki bu söz konusu şehir ve üniversiteyle nispeten uzun sürecek hukukumun ilk aşaması oldu. 2008 yılında aynı üniver­sitenin Fars Dili ve Kültürü bölümün­de yüksek lisans yaptım ve araştırma konusu olarak Muhammed İkbal’i tet­kik ettim. Özellikle İkbal’in Batı algısı, bilhassa da Doğu’dan Haber [Peyam-i Meşrik] eserinde resmedildiği şekli te­zimin ana gövdesini oluşturdu.

Doktora döneminde tekrar tarihe dö­nüş yaptım desem yeridir. Başlangıçta Osmanlı ve İran anayasal devrimleri üzerinde durmayı istiyordum ancak hemen yaptığım okumalar hem de ho­cam Touraj Atabaki’nin önerileri daha ziyade sosyal tarihe eğilmem sonucunu doğurdu. Bu meyanda teorik okumalar yaptım ki bu okumaların önemli kısmı­nı oluşturan maduniyet tartışmalarına eğilmem hocamın bu konu etrafında­ki bölümleri içeren kitabını (Devlet ve Maduniyet – Türkiye ve İran’da Moder­nleşme, Toplum ve Devlet) Türkçeye tercüme ettiğim döneme tesadüf eder.

İlerleyen dönemlerde İran emek ta­rihine eğildim ve Devlet, Toplum ve Emek: İran Tekstil İşçilerinin Sosyal Tarihi, 1906-1941 başlıklı tezimi 2015 haziranında savundum. İnsanlar -belki eve ekmek götürmekle sorumlu olanlar diye daraltabiliriz bunu, ancak giderek genellenebilir hale geldi- hayatlarının büyük kısmında işleri dolayısıyla emek­leriyle var oluyorlar. Dolayısıyla yukarı­da işleyen büyük süreçlerin insanların hayatlarının bu kısmına nasıl yansıdığı, makro iktisadi ve siyasi politikaların in­sanların geniş anlamıyla maişetleri açı­sından ne getirip götürdüğü bana şu an tezime başladığım dönemden daha da ilgi çekici bir konu olarak görünüyor. Ayrıca, tezimi diğer kaynakların yanı sıra büyük oranda İranlı işçilerin dilek­çelerine dayanarak yazdığım için bolca denk geldiğim birebir insan hikâyele­ri, bazen dramatik bazen manipulatif ama her zaman içinde bir sofistikasyon içeren karşıdakini, bu bağlamda resmî mercileri, derdi ya da talebi hususunda ikna etme çabaları fevkalade ilgi çeki­ci oldu benim için. Nihai ürünümün verdiği neticelerden çok doğrudan ya da satır aralarında işaret ettiği sorular ve sorunlar noktasında mühim oldu­ğunu söylesem tezavu yapmış olmam. Bilakis bu kendi zaviyemden bakınca bana çok kayda değer bir kazanım gibi görünüyor. Tabi bunu uzun uzadıya aç­mak mümkün, ancak İran emek tarihi milliyetçi/dayanışması ve Marksist/ça­tışmacı paradigmalar arasında sıkışmış bir tarihtir ki bu Türk emek tarihinden çok da farklı değil aslında. Buna İs­lamcı/özcü yaklaşımı da, daha ziyade İran bağlamında, eklemek gerekir. Ne var ki gerçek hayat çok daha kompleks şartlar içerisinde cereyan ediyor, gerçek insanların talepleri de hakeza çok girift söylem ve tutumları barındırabiliyor. Dolayısıyla bu hayatların ve insanların tarihi de kat’i kategoriler ve ideolojik yaklaşımlar bir oranda da olsa kenara konmadan anlatılamıyor. Bu nedenler­le resmî kayıtların yanında İran devle­tinin ya da başta İngilizler olmak üzere diğer yabancılara ait dergi ve gazeteler, ayrıca İranlı işçilere ait dilekçeler üze­rinden vakıanın giriftliğini ortaya koy­maya çalıştığımı ve mevcut paradigma­ları da ele aldığımı söylemem yerinde olacaktır.

Yurtdışında eğitim alan biri olarak Türk akademisinin genel durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Öne çıkan eksikler nelerdir? Kısaca bahse­debilir misiniz?

Elbette bu konuda söylenecek çok şey var ve benim söyleyeceklerim sınırlı tec­rübelerime istinat edecek. Herhangi bir kültürel bağlamda akademik süreçleri siyasi olanlardan ya da siyasi olanları iktisadi olanlardan ayırt ederek analiz etmek tabiki mümkün değil. Bunların hepsi bir zihniyetin ürünü ve birbirin­den radikal farklılıklar içermiyor. Ne var ki ilmiye dediğimiz kesim yüksek bilgi birikimiyle temayüz ettiği ya da öyle olması beklendiği için belirli öz­günlükler içeriyor. Bu noktada bizde ve dışarıda akademik süreçlerin, özellikle de lisansüstü düzeyde, farklı olup olma­dığı, şayet böyleyse neden böyle olduğu konusunun ilk ikisi daha teorik olmak üzere üç vechesi olduğunu düşünüyo­rum. Kısaca, bunlar bitmek bilmeyen modernite konusu, bununla ilişkili olan kültürel devamlılık mevzuu ve metodo­loji meselesidir.

Çok fazla ayrıntıya girmeden bunla­rı açmam gerekirse bizde modernite sadece gündelik hayatı kuşatmasıyla kalmadı, ki bu bizim topluma has bir durum değil, ayrıca her türlü akade­mik tartışma üzerinde de bir şekilde tahakküm kurdu. Biz çok daha geriye gitmeksizin 19. yüzyıldan beri farklı kavram ve bağlamlarla modernite ko­nusunu tartışıyoruz. Aslında yaptığmız şey zaman zaman hoş esintilere rahat­lasak da gergin bir nefis muhasebesi. Elbette burada ferdî bir muhasebeden değil kültürel bir muhasebeden bahse­diyorum. Gerek neden bunca eksiğimiz var, neden geri kaldık gibi afaki sorular­la iştigal ederken gerekse de aslında biz de fena değiliz, bakın Batı’nın kaydetti­ği gelişmelerin nüveleri bizde de vardı ama bir noktada, büyük oranda em­peryalistlarin marifetiyle, akamete uğ­radı derken gerginiz. Burada künhüne vakıf olmadığımız ya da işleyişinde fail olmadığımız bir tartışmanın bütün yıp­ratıcılığını tecrübe ettik biz. Süregiden bir modernite hegemonyası bence aka­demimizin öncelikli meselelerindendir.

İkinci husus kültürel devamlılık konu­sudur. Bu hangi alanda konuştuğumuza göre üzerinde uzun uzadıya durulabile­cek bir konu, ancak ben daha ziyade kendi alanım üzerinden gideyim. Mese­la lisans derslerinde sürekli bizim tarih yazımımızın asırlar boyu vakıa-nüvislik düzeyinde kaldığı modern anlamıyla ilk tarihçimizin Cevdet Paşa olduğu gibi değerlendirmeleri çokça duyduk. Hatta daha da ileri giderek bu gelenek­sel tarih yazımının aslında sultan başta gelmek üzere rical-i devletin sergüzeşt­leri ve mühim tarihî olaylarla sınırlı olduğu söylendi. Ama zahmet edip ger­çek anlamda bu metinleri analiz eden pek az tarih bölümü var. Hakeza, sırf ileri düzeyde Osmanlıca bilmenin bile farık bir imtiyaz olduğu vasatlarda el­bette geçmişle nitelikli bir ilişkinin ku­rulmasını beklemek gerçekçi olmuyor. Batı’da faraza artısıyla eksisiyle oryan­talist gelenek bir çerçeve sundu ve bunu takip edenler de eleştirip revize edenler de bu geleneğin bir parçası oldu. Biz ise malesef neyin gelenek olup neyin olma­dığına o kadar yoğunlaştık ve bugünkü mücadeleleri o derece geriye, geçmişe teşmil ettik ki iyi herhangi bir sosyal bi­lim alanında kötü kabul ya da revize ve bir derece de olsa genel kabule mazhar olmuş bir geleneğimiz olduğuna şahsen kani olamıyorum.

Batı eğitim formasyonuyla aramızda var olan ve sürekli üzerinde durulan üçüncü bir husus da medotolojidir. Lisans derslerimden birinde bir Al­man hocamız sınıftaki mutlak sükût hali üzerine bir defasında, “Lütfen konuşun, Avrupa’da sizin birikimini­zin yarısına sahip olmayan öğrenciler ders boyu susmuyor” demişti. Abartılı bulmuştum bu sözleri. Ne var ki Le­iden’da aldığım ilk ders bu anlamda tam bir şok oldu benim için. Öğrenciler o kadar konuşuyorlar ve bana kalsa o derece üzerinde az düşünülmüş fikirle­rini paylaşıyorlardı ki hayret etmemek mümkün değildi. Bu önemli bir meto­dolojik ve hatta öncelikli olarak kültü­rel bir meseledir. Değilse ortalama bir lisansüstü Türk öğencisinin, mesela Avrupalı ya da Amerikalı olanlardan daha az bilgili olduğunu zinhar düşün­müyorum. Belki bunun aksi bile söyle­nebilir. Dolayısıyla, temel fark Avrupa ya da Amerika’daki -ben daha çok Av­rupa için konuşabilirim- daha yerleşik bölümlerin ve öğrenciye alan açan, onu kendi başına üretmeye ve paylaşmaya sevk eden bir sistemin varlığı gibi görü­nüyor bana.

Türkiye’de akademisyen olacak olan bir kişinin İslami ilimlerle ilgi ve alaka­sı ne olmalıdır? İslami ilimler yalnızca ilahiyat camiasının bir uğraş alanı mı­dır? Bir akademisyene İslami ilimlerin faydası ne olabilir?

Mesnevî’de geçen meşhur bir filo­zof-köylü hikâyesi vardır. Filozof, deve­si ile yolculuk yapan bir köylüye rastlar ve ona nereden gelip nereye gittiğini sorup öğrendikten sonra, devenin iki yanından sarkmış çuvallarda neler ol­duğunu sorar. Köylünün arabanın den­gesini sağlamak için çuvallardan birine buğday, diğerine kum doldurduğunu söylemesi üzerine filozof gülmeye baş­lar ve denge sağlamak için buğdayın yarısını bir çuvala, diğer yarısını da öbürüne doldursaydın herhalde daha akıllıca davranmış, zavallı devenin yü­künü de azaltmış olurdun der. Şaşıran köylü bilge adama hayranlıkla bak­maya başlar ve arabasına buyur eder. Sonra köylü filozofa “bu kadar akıllı olduğuna göre sen padişah yahut vezir olmalısın” der. Ancak yol arkadaşı bun­ların ikisi de olmadığını söyler. “Öyley­se dükkan sahibi zengin biri olmalısın” derse de filozof, “Cebinde metelik bile olmayan bir adamım ben” diye muka­belede bulunur. Köylü hayretler içinde kalır ve “Çekil git yanımdan, senin il­minin faydası bulunsaydı, önce sana fayda ederdi” der ve ekler: “Torbamın birinde kum, diğerinde buğday olması, senin içi boş bilgi ve felsefenden çok daha iyidir.”

Neredeyse hemen her sahada ilmin bü­yük oranda araçsallaştırıldığı, daha da net ifadesiyle getirdiği maddi avantaj­lar ekseninde değerlendirildiği bir çağ­da yaşıyoruz. Bu elbette bugünün me­selesi değil, artık neredeyse tabiiyattan kabul edilir oldu. Sofistler her çağda var oldu, her kültürde maddiyatı önce­leyenler oldu, ancak bunun bu derece yaygınlaşması görece yeni bir olgu gibi duruyor. Durum bu olunca da mevcut ortamda hangi bilgiler geçer akçeyse insanlar ona yöneldi. Bu maalesef din bilgilerini tahsil edenlerle öteki ilimleri tahsil edenler arasında bugün gördüğü­müz sorunlu ayrımı meydana çıkardı. Sadece bazı insanlar lazım addetme­dikleri için İslami ilimlerle iştigal etme­meyi tercih etmedi, aynı zamanda bu il­min kendisi başka kimseler için araçsal değeriyle var oldu. Bu çıkmazı aşmak ve anlamlı bir bütünlük oluşturmak çok önemli bir iştir. Dünyayı ve insan­lığı ne kadar kavramak istiyorsak ona o kadar farklı zaviyelerden bakmamız gerekir. Modern bilimsel metotların or­taya çıkardığı faydalar aşikar, ancak bu metotların insanı bütünüyle kavraması mümkün değil. Kaldı ki 19. yüzyılın muhteris pozitivist yaklaşımının taşı­dığı bu pozitivizm iddiası bugün zaten çok kişiye anlamsız gelir. Öyleyse, ge­rek bir Müslüman kimliğiyle gerekse de insanı ve varlığı anlamak amacıyla İslami ilim olmazsa olmazdır.

İSAR deyince aklınıza ilk gelen cüm­leler nelerdir? Önceki soruyla irtibatlı olarak İSAR’ın Türkiye’de doldurduğu boşluk nedir? Hangi ihtiyaca karşılık gelmektedir?

Kötü bir talebeden iyi bir hoca çıktığı pek istisnaidir ve sanırım bu en faz­la kurumlar için geçerli bir kaidedir. Bu nedenle İSAR’ı şahsen her şeyden önce ehil bir talebe gibi görüyorum. Yani önceki deneyimlerden iyi istifade etmiş ve olabildiğince artılarını alarak eksilerini dışta tutmaya çalışan, parçası olduğumuz bir kurum var karışımızda. Bu noktada ne kadar başarılı olunup olunmadığı elbette ancak kurumun mezunlarına bakılarak tespit edilebi­lir. Bizim takriben iki yüzyıllık geçmi­şimizdeki siyasi, ekonomik, askerî vs. konuları çokça konuşuruz ancak talim ve terbiyenin duçar olduğu sorunlarla o derecede başka pek az alanda karşılaş­tık. Osmanlı kadim nizamının işleme­diğini tespit edenler muhtelif alanlar­da sorunlar tespit etseler de çözümleri hep başka türlü bir eğitim zihniyetini ve metodunu edinmeyi gerektirdi. Bu askeri reformlarda da böyledir, siyasi olanlarda da, hukuki olanlarda da ve hatta iktisadi olanlarda da. Hani derler ya karga kekliği taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü şaşırmış, bizim eği­timimizde de benzer süreçler yaşandı. Bunlar elbette tarihçileri çokça meşgul eden uzun meseleler, ancak ıslah ta­raftarları arasında bir yanda zevahiri kurtarma taraftarları vardı bir yanda da meselenin öze taalluk ettiğini düşü­nenler. 19. yüzyıl boyunca daha faydacı ve olabildiğince kısa vadede netice ve­recek eğitim politikaları takip edildi. Askerin başka türlü olması gerekiyorsa ona başka türlü eğitim vermek lazımdı. Mühendis lazımsa mühendishane aç­malıydı. Bürokrat lazımsa da mülkiye vardı. Bu liste uzar. Ne var ki bu fark­lı meslek alanlarına yönelen insanlar hayatı tabii akışı içerisinde farklı dere­celerde de olsa dinin ilmine vukufiyet kesp ederdi. Kaldı ki, belki bizde din dışı hatta din karşıtı düşünceler öteden beri vardır, ancak bunu dinin bilgisine karşı bugün gözlemlediğimiz derecede bir lakaytlık ve cehaletle yapmak yeni bir hastalıktır.

Demem o ki, İslami eğitim bizde insa­na bedenî ve zihnî rüşdü boyunca eşlik eden bir şeydi. Tabi bir noktadan sonra artık bu durum değişti; sadece bizde değil bütün dünyada değişti. Faydacı­lık modern insanın o kadar baskın bir hasleti oldu ki mümkün olduğunca kısa vadede maddi bir neticesi görülmeyen şey pek çok insan için tahammül-fer­sa oldu. Şimdi cevaplamamız gereken soru kim olduğumuzdur. Şayet insanın maddi yanından ibaret bir varlık olma­dığını söylüyorsak, şayet insanı insan yapan ulvi boyutlarının varlığına kani isek o zaman talim ve terbiye ile kur­duğumuz münasebet de bu derece çok boyutlu olmalıdır. O vakit de aldığımız formel eğitimden ve kariyer planımız­dan bağımsız İslami ilimlerle iştigal et­menin bir angarya değil, bilakis vazife olduğunu bilmek gerekir.

İşte kanaatimce İSAR tam da bu nok­tada talepleri olanlara güzel bir imkan sağlıyor. Kurumdaki bütün talebeler ve hocalar hayatın içinden insanlar, yani burada verilen dersler dışında farklı alanlarda ilmî faaliyetleri olan insanlar. Bu vaziyet, İslami ilimler tahsil eden kişilere diğer ilimler konusunda, aksi durumda olanlara da İslami ilimler ko­nusunda eğitici rol üstlenmeyi uygun bir zemine taşıyor.

Türkiye’nin yakın tarihini göz önüne alırsak, kişilerden de soyutlayarak ko­nuşmak gerekirse, İSAR gibi bir kuru­mun kurulmasının arkasında yatan sa­ikler nelerdir? Tarihsel seyir içerisinde İSAR’ın ortaya çıkışını bir tarihçi ola­rak nasıl yorumlarsınız?

Bu soruya kısmen de olsa bir önceki soruda cevap verdim sanırım. Eğer gerçek bir soyutlama yapacaksak konu­yu İSAR’dan da soyutlamalıyız. Bunu yaptığımızda da çok grift ama mutlaka kafa yormamız gereken meseleler çıkar karşımıza. Öncelikle, çok fazla geriye gitmeksizin 19. yüzyıl başında Osmanlı rical-i devleti ve ulemasının kayda değer bir kısmı arasında devletin akibetine dair bir endişe hasıl olduğu harcıalem bir şeydir. Bence asıl ilginç olanı da bu endişenin sonraki dönemlerde takip et­tiği seyirdir. Savunması en zor olan şey­ler savunmaya en değer şeylerdir derler. Bizde bu endişe hali öyle savrulmalar meydana getirdi ki fırtınaya yakalanan gemiden yük atar gibi ağırlıklarımız­dan kurtulmalıyız feveranları başladı. Bu halet-i ruhiyeye kapıldığımızda ma­alesef henüz neyin asli neyin zaid ol­duğunu tespit edebilmiş değildik, ama acelemiz vardı. Herkes bir şeyi hedef al­maya başladı. Kimisi yeniçeriyi sorum­lu tuttu, kimisi köhne olduğunu söyle­dikleri iktisadi yapılanmamızı ve özel teşebbüsün olmayışından dem vurdu, kimisine göre ise bir anayasamız olsa ve herkesin hukuku ve mükellefiyetleri belirlense sorun hallolacaktı. Ancak bu süreçte çok dikkat çekici bir şey oldu; Avrupa’dan mülhem bazıları halimiz­den İslamiyet’i sorumlu tuttular. İşte bu bizde ne yazık ki endişenin artık müşte­rek bir kaygı olmaktan çıkışının temel kilometre taşlarındandır. Ziya Paşa bir şiirinde “İslam imiş devlete pâden-i te­rakki / Evvel yok idi işbu rivâyet yeni çıktı” diyerek bu bakış açısını eleştirir. Neticede, birileri her tür geri kalmışlığı İslam’dan bildikçe ve terakki getirecek her adımla onu üreten zihniyeti ithal et­mek istedikçe başka birileri de tehlikeli bir muhafazakarlığa kapıldı. Elbette İttitahçı ve erken Cumhuriyet dönem­lerinde bu ayrışma zirve yapmıştır. So­nuçta bundan kimler kâr sağlamıştır, o ayrı konu ancak bu bölünmenin mem­leketi âbâd etmediği aşikardır. Bu çık­mazı aşmanın yolu da ilimle olmalıydı ve dinî ve dünyevi ilimlerin ikisinin de öğrenmesini terviç eden kurumlar bu tespitin sonucudur. İSAR ya da diğer kurumlar bu sergüzeştin halihazırdaki mahsulleridir.

İSAR’ın gelecekteki durumunu nasıl görüyorsunuz? 50 yıl, 100 yıl sonra İSAR’ın imza atacağı başarılar neler olabilir?

Bence ortaya konulan hedefin, yani dinî ve dünyevi ilimlerin bir bütün­lük içerisinde edinilmesi, bu meyanda hizmet eden bütün kurumların ortak hedefidir. Biz bugün bu bütünlüğe in­sanları ikna etmeye çalışıyoruz. Bu size lazımdır, olmazsa olmazdır diyoruz. Aslında işin elifbasıdır bu. Gün olur da elifba hallolursa ve bu bir iki jene­rasyonla test edilirse o zaman sanırım daha esaslı şeyler konuşacağız.

Son olarak medeniyetimiz ve geleneği­miz açısından Farsça’nın önemi nedir?

Bu sorunun çalışma alanımdan ötürü bana rüşvet-i kelam kabilinden sorul­duğunu düşünüyorum. Bir medeniyeti ortaya çıkaran ve şekillendiren şeyler neyse devam ettiren de onlar olur. El­bette süreç içerisinde eklenen çıkan cüzler vardır, ben asli unsurlardan bahsediyorum. Farsça’nın sadece edebî alanda değil birçok alanda bize kattık­ları üzerinde kitaplar yazılmış. Öyleyse Farsça bizim için asli bir unsurdur. Asli olmayan hatta garabet düzeyinde ari­zi olan şey bu dili bilmenin bizim için günümüzdeki kadar nadir bir meziyet addedilmesidir. Osmanlı sultanları Farsça’yı çok iyi bilirdi, hatta bazı sul­tanların örneğin Yavuz Sultan Selim’in Farsça divanı vardı. Farsça bilmek ule­ma ve sonraları münevverler için de olmazsa olmaz bir şeydi falan diyoruz, ama bununla tam ne kastediyoruz ben anlayamıyorum. Süleymaniye’de dev bir Farsça yazma eser koleksiyonumuz var. Bunlarla meşgul olup ciddi çalış­mak lazım. Bir defasında İmam Rab­banî hazretlerinin Mektubat’ını yıllarca okumuş bir arkadaşa bu mektupların aslının Farsça olduğunu söylemiştim, çok şaşırmıştı. Tabi bundan ve Hindis­tan’dan Anadolu’ya Farsça’nın etki et­miş olmasından şaşılacak bir şey yok, ancak bizim bu birikimden uzaklaşmış olmamız, neresinden bakılırsa bakılsın garip bir durumdur.