İSLAM ALEMİ: SORU CEVABIN DİBACESİDİR İDEAL Mİ GERÇEK Mİ?

12 Ağustos 2015
16:54

Yazar
Abdullah Haris Toprak

Bülten Yazımız

“İslam âlemi var mıdır, var ise gerçek midir?” sorusu çerçevesinde şekillenen konuşmanın başında Akif Emre “Müslüman Dünya” ve “İslam Dünyası” kavramlarının içerdiği anlam ve çizdiği çerçeveyi daha net bir şekilde anlamanın gerekliliğini belirtti.

Emre, kimlikler ve toplumsal renklerin kavramsallaştırmalarla daha net ortaya konulduğu ve stratejik olarak üretilen-piyasaya sürülen bazı terimlerin varlığını ağır bir biçimde Müslüman coğrafyada kendisini hissettirdiğini ortaya koydu. Bu bağlamda İran-Irak savaşının Fars-Kürt-Arap ekseninde değil de tarihte ilk defa Sunni-Şii eksen üzerinde oluşturulması farklı bir anlam içermektedir.

Bir medeniyetin var olduğundan bahsedebilmek için; bir değerler sistemine sahip olması, o değerlerin uygulanabilir olması, uygulanabilecek bir coğrafyanın var olması, sağlam geçerli ve ulaşılabilir birreferans sistemine ve tarihsel olarak tevarüs ettiği bu birikimi uygulayacak bir demografik yapıya yani insan kaynağına sahip olması gerekmektedir. İslam medeniyeti bu bahsedilen unsurların tamamına farklı şekil ve niteliklerle sahiptir. Bu unsurlara sahip olan İslam medeniyetinin nerede olduğu sorunsalınaise iki yüz yıldır cevap aranmaktadır.

Bu soruya Emre, gençliğinde yaptıkları müzakerelerden kendisine kalan bir metafor üzerinden cevap vermektedir: Aslında İslam medeniyeti canlı ve diridir. Fakat bir kalp misali olan bu medeniyetin kaslarla olan damar bağlantısı kesilmiş vaziyettedir. Bu örnek de aslında hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

Tarihi baskın olarak bir iktidarlar mücadelesi olarak düşünmekteyiz. Bu sebeple tarihte hiçbir boşluk kalmamaktadır. Tepede rüzgarlar esmekte ise de toplumda farklı bir gündem bulunmaktadır. Tepedeki mücadelelere bakıldığında her ne kadar buhranlar baskın bir görünüm arz etse de toplum hayatında çok sağlam bir ticari-ilmi-ictimai yapı sürekliliğini devam ettirir. Buna güzel bir örnek olarak Emre, fakih bir gezgin olan İbni Battuta’nın hatıralarını adres gösterir. İslam dünyası Endülüs’ten Güneydoğu Asya’ya kadar kesiksiz bir çizgi halinde uzanmaktadır. Bu coğrafyada ticari hayat uzaklıklardan bağımsız olarak tüm gereklilikleri ve renkleriyle yerini almıştır.Buna göre bir Müslüman tüccar Hindistan’da diğer Müslüman bir tüccarla karşılaşır ve ondan borç alır. O borcu yıllar sonra Endülüs’te ödeyebilir. Bu normal bir şeydir. İbn Battuta da Tancalı baba-oğul tüccarla Çin’de gezerken karşılaşır ve borç alır. Seyahatini bitirip 10 yıl sonra Tanca’ya döndükten sonra borcunu öder. Bu durum fetret dönemlerinde bile farklı bir şekilde işlemez. Bu sürekliliktir.

Yine aynı şekilde Emre, kendi seyahatlerinden başka bir örnekle konuya farklı bir bakış açısı sunmaktadır. Patani Uygarlığı eski İslam diyarlarından bir tanesidir. Bu uygarlığın en güçlü liderleri diğerlerinden farklı olarak kadınlardı. Fakat bu tarz bazı kültürel farklılıklara rağmen tropikal bir orman içerisinde su üzerine direkler konularak kurulmuş küçük odalar ve bir mescidden oluşan bir medreseye gittiklerinde ders programlarının birkaç küçük farklılık dışında İstanbul’daki medreselerin aynısı olduğunu fark ederler. Bugün bile güç bela ulaşılan bir coğrafyaya bu bilgi nasıl yerleşiyor sorusunun cevabı İslam medeniyetinin yaşayan bir medeniyet olmasından geçmektedir. Benzeri örnekler Bosna-Hersek, Sudan gibi birbirinden çok uzak yerlerde kolayca görülebilir.

Bugün hala stratejik önemi haiz mekanların çoğu Müslümanlar’ın yaşadığı coğrafyalardadır. Su yolları, yer üstü ve yer altı kaynaklar buna dahildir. Başta avantaj gibi görünen bu durum iyi yönetilemediği için de toplumların başına bela olmuş durumdadır. Hatayı nerede yaptığımıza dair bir çırpıda cevap bulamayabiliriz fakat anlamlı sorular sormak anlamlı cevaplar bulmaktan önce gelir. İslam dünyası hep yanlış sorular sorduğu için cevaptan uzak kalmış durumdadır. Namık Kemal’den Nurettin Topçu’ya Said Halim Paşa’dan İzmirli’ye kadar hepsi bir arayışın neferi olmaları hasebiyle önemlidirler. Arayış bulmaktan önce gelir.

Konuşmanın sonunda İslam dünyasının temel sorunları üzerine eğilen Emre ilk büyük sorunun yönetim sorunu olduğunu belirtir. Halk ile yönetim bir türlü senkronize olamamıştır. İkinci sorun özgürlükler sorunudur. Son olarak bir İslami hareket sorunu vardır ona göre. Bütün bu problemlerin hepsinin arkasında da dünyadaki değişimi ve yenilenişi yorumlayacak bir entelijansiyanın bulunmaması yatmaktadır. Temel problemimiz de aslında budur. Bu problemin çözüm reçetesi de önce doğru soruları sormaktan geçmektedir.